GaçaGaç ( Kaçış veya Topraklarını terketmek zorunda kalmak)
Çarlık Rusyasının yıkılmasından sonra 1918 de Azerbaycan bağımsızlığına kavuştu…. ama uzun sürmedi 1920 de Bolşevik Rus ordusu Azerbaycan topraklarına girip yerli işbirlikçi ve Ermenilerle birlikte Azerbaycan’ı tekrar işgal ettiler. İravan ( Erivan ), Nahçivan bölgesindeki Azeriler büyük bir soykırımla karşı karşıya kaldılar ( 30 yıl önceki Karabağ katliamından kat be kat fazlasıyla). Ancak bin bir zorlukla kaçabilenler canlarını kurtarabildiler. İrana yakın olan bölgedekiler İrana, Iğdır’a yakın olan bölgedekiler Iğdır’a ( Aras nehrini geçerek )geldiler. Bu kaçış sırasında çocuklarını kaybedenler, ailenin diğer fertlerini kaybedenler ( Annemin o zaman çocuk yaşta olan teyzesi de kaybolmuş, bir daha haber alamamışlar ) …… Iğdırda hemen hemen herkesin ailesinin temelinde bu zulmeden kayıplar veren, kaçarak gelenler vardır, diye düşünüyorum. Benim babaannem ( Canfeda da yaşıyorlarmış ) anneannem ve kayınpederim de bu kaçışı birebir yaşamışlar. Babaannem şöyle anlatıyordu; “ İşgalle birlikte evlere giriyor, çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden öldürüyor, eli silah tutan erkekleri esir alıyor veye kurşuna diziyorlardı. Büyüklerimiz her hangi bir işkal durumuna karşı gizli gizli hazırlıklar yapıyor, toplanan mahsüller de ellerinden alındığı için, saklayabildiklerini paraya çevirip, yatakların yününün içine sakınıyorlardı; çünkü parayı şöyle yada böyle saklayarak götürebilirlerdi. Bunlara büyükler, kendi aralarında karar verir, her ihtimale karşı, gençlerle paylaşmazlardı. Her halde, sıkıştırılınca, ağızlarından kaçırırlar diye düşünüyorlardı. “Ağabeyim kaçmak zorunda kalırsak neler yapacağımız konusunda bizi de hazırlamıştı. Tetikte gibi bekliyorduk. Her birimize ( kadınlara ) birer silah vermişti, teslim olmadan son kurşunu kendinize sıkın!” diye. Üzüm bağlarımız vardı. O gün bizi amcamın kızlarıyla birlikte üzüm bağına bıraktılar. Hemen hemen her gün gidiyorduk. Ortalık karışık olduğu için, kendileri sabah bırakıp, akşam alıyorlardı. “Akşama gelip alırız “ dediler. Bunları anlatırken babaannem dolu dolu gözler uzaklara dalıp, gidiyor. Babaannem o zamanlar nişanlıymış . Sonra şöyle devam ediyor, babaannem, “ Akşam oldu, karanlık bastırdı. Ne gelen var, ne giden. Silah sesleri gittikçe artmaya ve yaklaşmaya başlamıştı. O andaki korkumuzu ve çaresizliğimizi tarif edemem “ diyor ve gözleri buğulanıp dalıp gidiyor. Sonra damlalar akmaya başlıyor gözlerinden. Ve devam ediyor, “ Gece yarısını geçmişti. Birilerinin geldiğini hissettik ( Silah seslerinden tedirgin olan köpekte havlamalarını artırmıştı. ) Silahı elimize alıp birbirimize sarılarak kapının ( bağ evinin kapısı ) arkasında beklemeye başladık. Kapının tıklamasıyla artık her şey bitti diye düşünürken, amcamın oğlunun sesini duyduk. Fısıltılı bir sesle, “ Benim kapıyı açın “ dedi. Titreyerek ve korkarak amcamın oğlunun yalnız olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açtık. Amcamın oğlu; “ Rus askerleri her tarafı dağıttılar, kırıp geçirdiler. Kaçabilenler kaçtılar. Ağabeyimler bir gurupla yola çıktılar. Size yetişmeğe fırsatları olmadı. Ben sizi almaya geldim. Nasipse bir yerlerde buluşacağız “ Ayaklarımızın bağı çözülmüştü, ama durup düşünecek zaman değildi. Hiç bir şey almadan üzerimizdeki kıyafetlerle yola koyulduk. Zaten bağ evinde günlük kullanılacak ihtiyaçların dışında fazla bir şey de yoktu, olsa da canımızı kurtarma derdindeydik; bir an önce oradan uzaklaşmamız için çaba sarf ediyorduk. Telaşla yoka koyulduk. Sağdan soldan kurşunlar vızıldıyor ve biz karanlıkta çaresizce ilerliyorduk. Vurulan düşüp kalıyor, biraz şanslı olanlar ilerliyordu. Ne kadar Zaman geçti bilmiyorum. Yolda gördüğümüz manzaralar ise dehşet vericiydi. Biraz sakinleşince küçük bir çocuğun “ çağırtma istiyirem” diye yaygara bastığını gördük. Zavallı annesi çocuğu sakinleştirmekte zorluk çektiği için ilerlemeleri de zor oluyordu. Silah sesleri uzaklaşmaya başlamıştı, çaresizlik ve belirsizlik içinde yola devam etmek zorundaydık. O kadını çocuğunu ve yaşlı annesini de orada çaresizce bırakamazdık, onlarda bize takıldılar. Çocuğun çığırtma isteyi hala devam ediyordu. Meyer “çığırtma “ kavurmaya diyormuş. Anne zavallı nereden bulsun kavurmayı, çocuk ya ne anlar yokluktan, çığırtma” diyor, başka bir şey demiyor. Etraf iyice aydınlanmaya başlamıştı, her an bir tehlikeyle karşılaşabilirdik; açlık ve susuzluk da baş göstermeye başlamıştı, buna yorgunluk, uykusuzluk da eklenince … Amcamın oğlu bizi sakinleştirmeye çalışıyor, “Ha gayret, kendinizi bırakmayın! “ diye bizi uyarıyordu. Genç yaşında bu kadar insanın sorumluluğu omuzlarına yüklenmiş; “Çok az kaldı, buradan uzaklaşmamız lazım, ileride dinlenecek bir yer buluruz inşallah “ diyerek bize cesaret vermeye çalışıyordu. Sonra babaannem sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi dalıp gidiyor ve derin bir iç geçirdikten sonra, anlatmaya devam ediyordu. “ Ağabeyimle sözleştikleri gibi bizi en emin gördükleri yollardan geçirerek bir köye getirdi. Bizi o köydeki bir evde sakladılar ( Ermeni bir ailenin eviymiş. Güya bize yardım ediyorlardı, o aile yardım etti de; zamanında Azerilerden çok iyilik gördüğünü söylüyordu. Amaçları bir an önce çıkalım evlere yerleşsinler, diyeymiş.) Bize “Xonaxa” diye hitap ediyorlardı. Yiyecek içecek verdiler “ Korkmayın , biraz uyumaya çalışın “ deyip, yer hazırladılar. Tedirgin olduğumuzu görünce de “Gorxmayın, bizden size zarar gelmez, rahat olun!” diye, bize güven vermeğe çalışıyorlardı. Ayakta duracak halimiz yoktu, ister istemez uykuya dalmıştık; kaç saat uyuduk bilmiyorum, sesler duyunca korkuyla uyandık. Neyseki bizim orada olduğumuzu belli ettirmediler, gelenle konuşup yolcu ettiler. Gündüz orada saklandık. Sonra ağabeyimler de geldiler. Onlar da bir şeyler yiyip elleri tetikte, biraz dinlendikten sonra ağabeyim; “ Gaxın, yola devam etmemiz lazımdı!” Yanımıza biraz yiyecek ve su aldıktan sonra yola koyulduk. Yolda develerle gidenler de vardı. Benim ayağım incidiğinden beni deveye bindirdiler( O zaman bütün ticaret ve ulaşım genellikle develerle yapılıyordu ). Deveden çok korktuğumu söyleyemedim, zaten itiraz edilecek zaman da değildi. Kurşun sesleri yine çoğalmaya başlamıştı, her an bir kurşun isabet edebilirdi. Her taraf kaçıp canını kurtarmak isteyen, insanlarla doluydu. Kimi çocuğunu şartına bağlamış, kimi yaşlı anasına babasına destek olmaya çalışıyor, yürüyemeyecek olanları da deveye bindiriyorlardı. Atını, arabasını ( öküzlerin çektiği araba ) alan bir kaç parça eşyasıyla yollara koyulmuştu. Zaten kurşunlar yağmur gibi yağıyordu, şikayet edecek zaman değildi. Herkes canını kurtarabilme telaşındaydı. Bana kurşun değdi diye bağırdım ( Aslında amacım deveden inmekti ). Ama indirmediler( Akşama Araz nehrine varıp karşıya, Iğdır tarafına geçmemiz lazımdı. Gece binbir zorlukla karşıya geçebildik. Geldiğimiz yer Dize ( şimdiki Koçkıran köyü ) köyüymüş. Hemen bizi bahçeye aldılar; beni deveden indirip, “Kurşun nereye değmiş?” diye telaşla kontrol ettiler, tabiiki kurşun falan değmemişti, o zaman korkudan öyle dediğimi anladılar. Sonra üzerimize kuru giyecek, karnımıza sıcak yemek ( Güçlerinin yettiği kadarıyla) ve geceyi geçirmemiz için yatacak yer verdiler. Tanımadığımız insanlar bize kucak açmış, evlerinde misafir etmişlerdi. Köy halkında da fazla bir şey yoktu. Bir tarafta savaş, diğer tarafta eşkiyalar aman vermiyorlardı( Kıtlık baş gösteriyordu. ) Bir kaç gün orada idare ettik. Sonra ablamları bulduk; Arastan geçerken küçük oğlunu akıntıya kaptırmış ve adeta yıkılmış bir durumdaydılar. “ Ağ Ali (Ağeli) “ deyip, feryat ediyordu. ( Oğlunun işimiymiş) Bir birimize sarılarak, çaresizce büyüklerin vereceği kararı bekledik. Önce kendimize kalacak bir yer bulmamız lazımdı. Amacımız ve umudumuz Rus askerleri çekildikten sonra tekrar kendi topraklarımıza, evlerimize geriye dönmekti. O zaman Türkiye’de işgal devletlerine karşı yapılan kurtuluş savaşı mücadelesi devam ettiğinden Iğdır’da emniyeti sağlayacak güvenlik güçleri de yoktu. Bir tarafta eşkiya, diğer tarafta Iğdır bölgesinde yaşayan çeteci Ermenilerle baş etmek zorundaydık. O dönemde daha önce Osmanlı’nın Uç beyliği olan Doğubayazıttan ( Yanlış hatırlamıyorsam Salih Paşa komutasında ) bir gurup asker gelerek Iğdır’da asayişi yavaş yavaş sağlamaya başladı. “ diye sözünü noktalamak istiyor, babaannem. Çünkü o kabus dolu yılları adeta yeniden yaşayarak anlatmış ve anlatırken de çok yorulmuştu. “Sonra devamını anlatırım “ diyerek uyumaya çalışıyor? yada öyle sanmamızı istiyor. Kaynatam rahmetli Rıza Yangın da ‘gaçagaçı’ bire bir yaşamış ve çok olaylara şahit olmuş. Onlar da kaçarak İran’a Maku şehrine geçmişler. O zamanki Maku şehri Serdarı ( “Adına Serdar diyorlardı “ diye söze başlıyor ) orada barınmalarına izin vermemiş. Astığı astık kestiği kestik biri olan Serdar, çoluk çocuk hepsini oradan gitmeye mecbur etmiş. Apar topar perişan bir halde dinlenmeden yollara düşmüşler ve bin bir zorlukla Iğdır’a gelmişler. Iğdırda yaşadıkları uzun hikaye şimdi başınızı ağrıtmayayım diyor, affınızı istiyorum. Allah hepsinin mekanlarını cennet etsin. Yıllarca doğdukları toprakların özlemiyle, bir gün dönerim umuduyla yaşadılar, ama ne yazık ki gidip görmeleri de nasip olmadı. Onların çocukları, torunları olarak; hem anılarına, hem tarihi ve kültürel miraslarına sahip çıkıp, gelecek nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcudur. Babaannemin nasıl özlemle bahsettiğini hatırlıyorum. “ Gidersem evimizi hemen bulurum“ der gözünde biriken yaşları göstermemek için gözünü bizden kaçırırdı. Bu duyduklarımız, gün ışığına çıkmayan daha ne çok anılar vardır, yazılıp, gün yüzüne çıkmayı bekleyen… Değerli dostlar, yazılacak daha çok şeyler var…. İnşallah ömrümüz kafi gelir. Hayatlarınızda ayrılıklara, yuvalarınızda acı ve hüzünlere hiç yer olmasın inşallah. Güzelliklerle dolu anılar biriktirmeniz dileklerimle. Sağlıkla kalın, sevgiyle kalın, hoşça kalın.